Onun günışığıyla evlendim. Sevginin gücünde bir rahatlık vardır; beyini rahatsız eden veya kalbi kıran her şeyi katlanabilir kılar. William Wordsworth
Birçok yeni evli kadın gibi, ben de eşimin annesiyle pek iyi geçinemiyordum.
Onunla sürekli tartışma isteği hissetmem, beni rahatsız ediyordu. Çocukluğumdan beri, büyüklerime saygılı davranmam gerektiğini bilirdim, öyleyse şimdi niye farklı davranıyordum? Bu durumdan endişelenip duruyordum.
Fakat bir Pesah gecesi, her şey değişti. Bütün erkekler sinagoga gitmişti. O ve ben uzun bir süre yalnız kalmıştık. O gece bana söylediklerini hayat boyu unutmayacağım. Sanki içinden bir kapı açılmıştı ve bütün o sözcükler ağzından bana doğru akıyordu.
2. Dünya savaşından önce sahip olduğu o güzel hayatını anlatarak söze başladı. Sevgi dolu bir anne-baba tarafından yetiştirilmiş, çok çok geniş olan ailesinin her zaman göz bebeği olmuştu. " Onlar, çok çalışkan, iyiliksever, bonkör ve saygın kişilerdi" demişti ailesi hakkında. O günleri anlatırken yüzünde beliren gülümseme, o anda kendini, ailesinin kolları arasında hayal ettiğini açıkça gösteriyordu.
Hikayesine devam ederken, o huzurlu görüntüsü değişmeye ve onun yerini acı dolu bir ifade almaya başladı. Sanki kendisinin değil, başka birinin hayatından sahneler anlatıyor gibi, yabancı ve uzaktı.
O küçük kız, 1939'da Almanlar Polonya'ya girdiği zaman yok olmuştu. "Anneannem, çok sevgili eşinin ve oğlunun, gecenin içinde sürüklendiklerini gördükten sonra, ailesinin geri kalanları kurtarmayı aklına koymuştu. 6 uzun yıl boyunca, "anne", o ana dek sahip olduğu birikimlerini, eski bir aile dostu olan iyi bir Polonyalının ahırının altındaki sığınağı kiralamak için kullandı."
Bu geçen 6 yıl, bir genç kızın, kadınlığa doğru olgunlaşacağı zamanlardı. Ancak, açıkladığı gibi, o bu 6 yılı, tamamen karanlıkta, sürekli bir sessizlik içinde geçirmişti. Bir zamanlar, duyduğu sesler, birbirleriyle sırlarını paylaşan okul arkadaşlarının kıkırdamalarıydı. Ama şimdi, yakalanma korkusu içine o kadar derine işlemişti ki annesiyle artık sadece fısıldaşarak konuşuyordu. Tek arkadaşları gece vakti gelen farelerdi. Gün boyu, yukarıda beslenen tavukları dinliyor, kendi yediklerinin neden çok daha az olduğunu merak ediyordu. Zaman içinde tıpkı güneşsizlik ve susuzluktan solan bir çiçek gibi, o da sararıp solmaya başlamıştı.
Ve en sonunda kurtuluş... Artık evi saydığı mağaradan çıkarken, günışığı, gözlerini kör edecek kadar güçlü gelmişti. Ama tıpkı çölde gezen birinin bir su birikintisi bulduğu zaman yapacağı gibi, bütün gün ışığını içine çekmeye başladı. Fakat tomurcuk tam yeniden filizlenecekken, bulutlar bir kez daha gökyüzünü kapladı ve günışığını kesti.
Savaş sırasında, evlerine yerleşen köylüler, evin eski sahiplerinin mucizevi bir şekilde kurtulduklarını görünce pek sevinmemişlerdi. Şimdi ele geçirdiklerini bırakmak zorunda kaldıkları için öfkelenince, çok daha saldırgan bir tutum içine girmişlerdi.
Bir akşam, annesi pencereden dışarı bakarken, öfkeli bir kalabalığın evlerine doğru yürüdüğünü gördü. Hızlı bir şekilde, kızını olacaklardan korumak için soğuk fırının içine gizledi. Kalabalık gelince, genç kız, fırının penceresinden annesinin evi için yaptığı tartışmayı, sonra da hayatı için yalvarmasını seyretti. Ama sözlerin hiçbir etkisi yoktu, Küçük kızın gözleri önünde, kadını oğullarıyla beraber vurmuşlardı.
Grup dağıldıktan sonra, genç kız sessizce saklandığı yerden çıktı. Annesi, kendisini mutlak ölümden kurtarmış olduğu halde, genç kız, o umutsuzlukla, kendisinin de annesiyle beraber ölmüş olmasını diliyordu. O anda, doğduğu toprakları sonsuza kadar terk etmeye yemin etti.
Bir şekilde, kız kimsesizler yurduna yerleştirildi ve zaman içinde uzak bir akrabasıyla yaşamak için Amerika'ya gitti. Dışardan, her genç kız gibi, hayat dolu, enerjik ve çekici biri gibiydi. Ama içinde bazı şeyler ölmüştü. Bir daha hiçbir zaman yaşamayacağını düşündüğü bir şeyler yok olup gitmişti.
Daha sonra, günlerden bir gün kız, kendisini çok etkileyen yakışıklı bir adamla karşılaştı. Ve bir kez daha aşkı yaşamaya başladı Sadece birkaç sene önce o korkunç günde Avrupa'da ölen şey, New York kaldırımlarında yeniden doğmuştu. O ve prensi evlendi ve bir yıl sonra çok güzel bir oğulları oldu.
Ve sonra bana döndü ve kötü İngilizcesiyle, hayatımda duyduğum en etkileyici cümleyi söyledi bana: "Savaşın başladığı dakikadan, eşini doğurduğum ana kadar, benim için güneş doğmadı..."
Ve o anda anladım. Çocuklarına neden bu kadar düşkün olduğunu anladım. Onu çocuklarının neden "en güzel" ve "en parlak" olduklarını anladım. Onu çocuklarının neden asla hatalı olmadıklarını anladım. Onları sürekli yemek yemeye zorlamasının nedenlerini bile anladım.
Utanç duyguları içimi kaplamaya başlamıştı. Bu kadar dayanılmaz acılar çekmiş, ama buna rağmen Tanrı'ya olan inancını kaybetmeyip hayatını yeniden kurabilmiş ve üstelik yeni bir hayatı da dünyaya getirmiş birine nasıl da yeterli saygıyı göstermemiştim? İçinde bu kadar derin yaralar almış bir kadının hayattaki tek neşesinin ailesi olduğunu gösteren işaretleri nasıl da anlayamamıştım? Onun aşırı- koruyucu hareketleriyle neden içimden dalga geçmiştim? Nasıl bu kadar kör olabilirdim?
O anda, ona bakışlarımın bile değiştiğini fark ettim. Bir daha, onun yüzüne her bakışımda fırının içinde saklanan küçük kızı gördüm. Onun gözlerinin içine her bakışımda, son derece gerçekçi biçimde tasvir ettiği o ölüm ve yıkımın görüntüsünü gördüm. Onunla her masaya oturuşumda, çekmiş olduğu açlığı düşünmeden edemedim. Sesini her duyuşumda, onu kaybolmuş gençliğinin sessiz fısıltılarını düşünmeden duramadım.
Şimdi, çocuklarının her şeyin "en iyisi" olduğunu düşünen bir kadın gördüğüm zaman, kendime "neden böyle düşünmesin ki? " diye sorarım. Şimdi, çocuklarını koşulsuz seven ve onların asla hata yapmayacağını düşünen bir kadın gördüğüm zaman, bu kadar emin oluşuna hayran kalırım. Artık yemek zamanında sürekli ısrar eden bir kadın değil, son derece cömert ve eli açık birini görüyorum karşımda. Ve simdi, neden oğlunun eşi olmaya layık olamayabileceğimi bile anlayabiliyorum. Zira, onun " gün ışığıyla" evlenmeye kim layık olabilir ki?