keske

Son haftalarda etrafta şaşkın şaşkın geziniyorum. Leiby Kletzky'nin feci ölümünün yarattığı trajedi beni o kadar etkiledi ki, yüzümü çevirdiğim her yerde sanki onu görüyor gibiyim.

Geçen hafta Şabat günü komşumuzun dokuz yaşındaki oğlu bizim eve kız kardeşini almaya geldi. Size anlatamam ne kadar Leiby'e benziyordu. Gözlerim birden bire dolmaya başlarken, hemen kendimi uyardım, "Hayır! Bugün Şabat, Şabat günü çocukların önünde ağlamayacağım." Ama korkudan yüreğim ağzıma geldi ve aklımı bir türlü ondan alamadım. 

Nedendir bilmiyorum. Haberlerde kötü bir haber duyduğum zaman bunu sindirmem bir iki günümü alıyor. Bazen bir saat, bazen ise bir kaç dakika. Ama bu son haftalarda kendimizi biraz değişmiş hissediyorum. Belki çocuklarımın Leiby'nin yaşında olması. Belki de çocuklarım eve bir dakika geciktiklerinde, sanki çocukları hiçbir zaman dönmeyecek olan annenin ıstırabını çeker gibi hissediyorum. 

Güneş böyle bir kaybın ardından nasıl olabiliyor da hala parlayabiliyor, anlayamıyorum. Gökyüzü böylesi bir günde nasıl masmavi rengini dünyaya yayabiliyor? Zeytin ağacının dalları nasıl bu kadar görkemli bir şekilde dans edebiliyor ve rengârenk kuşlar sanki hiç kimse ağlamıyormuş gibi şarkılarını söylemeye devam edebiliyorlar? Sanki bir milletin kalbi kırık değilmiş, sanki bir çocuk sonsuza dek aramızdan ayrılmamış gibi? Nasıl olabiliyor da dünya aynı şekilde güneşin batışını ve kalbimizi ümit dolduran doğuşuna devam edebiliyor? 

Gökyüzünü tümüyle karartmak istedim. Karartıp bizleri çevreleyecek bir fırtınanın gelmesi ve kaybımızı bize tekrardan hatırlatmasını istedim. Nasıl oluyor da sanki hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza kaldığı yerden devam edebiliyoruz? 

Sonunda kendimi "keşke" lere batmış bir halde buldum. Leiby keşke o gün yaz kampına gitmeseydi, keşke dişçiye randevusu olmasaydı, keşke kimseye yol tarifini sormasaydı, keşke onu kurtarabilmek için bir yol bulabilseydik, keşke onun ölümü bu kadar korkunç olmasaydı... 

Koş! Koş! Fotoğraflara koş diye bağırmak istedim. Neden kaçmadın ki? 

Yad Vaşem'i de gezdiğim zaman aynı şekilde düşünmeye başladım. Avrupa Yahudiliği'nin yok olmadan önceki halini anlatan "Hayattan önceki" adlı resimlere baktığım zaman, yaşadıkları günlük hayatın normalliğine şok oldum. Rutin şekilde gidilen işler, yapılan alışverişler, büyütülen çocuklar... O sokaklar, semtler her bireye o kadar gömülmüştü ki, sanki evimiz gibiydi. Gitmekten zevk duyduğumuz sinagog, kutsal Tora liderlerimiz... 

Birden bire siyah beyaz resimlerden biri beni çok etkiledi. O genç anne aynı bana benziyordu! Değişik kıyafetler ve değişik bir geçmişe sahipti ama gözlerinde benim bildiğim bir şey vardı. Çocuğunun elini tutarak pazarda gezen anne benden ne kadar uzaktaysa da, o kadar da yakındı. Ona ne oldu? Diyerek merak etmeye ve "keşke" ler dünyasına tekrardan girmeye başladım. Eğer bütün tehlike sinyalleri başlar başlamaz oradan kaçabilselerdi. Eğer her şeyin ne kadar korkunç olacağını bilebilselerdi. Koşun! Koşun! O fotoğraflara bağırmak istedim. Neden, ama neden kaçmadınız? 

Tişa Beav günü kaybettiklerimizin derin acısı soluduğumuz havaya dönüşür.

Tişa Beav, güneşin doğuşunda kuşların şarkılar söylemedikleri gündür. Gökyüzü her ne kadar bulutlu olmasa da, sanki ağlamanın eşiğinde gibidir. Tişa Beav günü binlerce yılın "keşke" lerini taşıyan ağır bir gündür. Keşke çöldeyken gereksiz yere ağlamasaydık. Keşke 1. Bet Amikdaş kirlenmemiş kutsiyeti ile tüm görkemiyle ayakta dururken teşuva yapabilseydik. Keşke 2. Bet Amikdaş elimizdeyken öğrenmemiz gereken dersi öğrenebilseydik. Keşke sahip olduğumuz her şeyi geri alabilseydik.

Hahamlarımız, Bet Amikdaş yani Kutsal Mabedimiz yıkıldığı günden beri, gökyüzünün mavisinin gerçek mavi olmadığını söylerler. Ne kaybettiğimizi bile bilmiyoruz.

"Holokost zamanında iki çocuk üzüm suyu ele geçirirler. Çocuklardan biri sevinçten dans etmeye başlarken, diğeri ağlamaya başlar. Dans etmeye başlayan arkadaşının tavrını anlayamaz. Ağlayan arkadaş ise durumu şöyle açıklar. 'Sen burada doğdun, onun için şimdiye kadar gördüğün en özel içecek bu. Ama ben eski halimizi de hatırlıyorum ve onun için ağlıyorum."

Biz günümüzde neyi kaybettiğimizi bile bilmiyoruz. Bet Amikdaş'tan bu kadar uzaktayız. Sahip olduğumuz bütün güzellikleri kaybettik. Merkezimizi, Tanrı'ya yaklaştığımız noktayı kaybettik.

Tanrı'nın sarayından kalan kırık bir duvara yakınlık hissettiğimiz sürece; bir Baba'nın çocuklarını bulamazken biz nasıl Kotel adlı duvarın önünde durup bu dünya nasıl devam edecek diye meraklanabiliriz? O Baba'nın çocuklarını getireceği bir evi olmadığı sürece...

Keşke bugün gerçekten ağlayabilseydik. Kapıda bekleyip son dualarımızı söylüyoruz. Keşke ağlamayı bile bilmeyenlerin ağlamalarını duyabilseydin. Lütfen bizi içeri al. Biz Senin çocuklarınız ve eve geri dönmek istiyoruz. Keşke bugün olabilseydi.