Omer sayımının 33. günü olan Lag BaOmer, İsrael'de büyük bir umutsuzluğun yaşandığı zamanda, bir kutlama olarak başladı.
Rabi Akiva'nın zamanında, İsrael'de felaket bir veba salgını vardı. Binlerce kişi öldü. İnsanlar umutsuzdu ve çok korkuyorlardı.
Vebanın hiçbir zaman geçmeyeceğini düşünüyorlardı. Ama Lag BaOmer'de veba salgını durdu. O gün hiçbir yeni vaka kaydedilmedi, kimse ölmedi. Umut geri döndü ve umutsuzluğu kovaladı. Ve Yahudiler, büyük bir kutlama yaptılar. Bugün, birçok kişi, Amerika'da, Tanrı'nın Sina Dağı'nda İsrael'e Tora'yı verdiği gün olan Şavuot'a yapılan geri sayımı, yani Omer'i saymıyor. Belki birçoğu Lag BaOmer'i duymamışlardır bile. Ama bu bayramı bilselerdi, okula veya işe gitmezler, dışarı çıkıp, oyunlar oynarlar, piknikler düzenlerler ve Tanrı'nın vebayı durdurup umutsuzlukları yok ettiği bu günü şarkılarla, danslarla kutlarlardı.
Umutsuzluğun ne olduğunu bilir misiniz? Umarım bilmiyorsunuzdur. Umarım hiçbir zaman hissetmemişinizdir ve hiç bir zaman hissetmezsiniz. Umutsuzluk, çok ama çok acı bir duygu. Hiç bir şeyin bir daha iyi olmayacağını düşünürsünüz. Kimse umutsuzluğa kapılmak istemez ama bu bazen hayatın bir parçası olur. Ama umutsuzluk hakkında bir sır öğrenmek ister misiniz? Sonsuza kadar sürmüyor... Tanrı'nın dünyaya neden umutsuzluğu verdiğini bilmiyorum ama şunu biliyorum ki, Tanrı insanlara umudu da verdi. Ve umut her zaman ötekine galip çıkıyor.
Bir kaç yıl önce, İzzy adındaki Yahudi bir çocuk umutsuzluğa kapıldı. Sadece 10 yaşındaydı ve umutsuzluk hakkında hiç bir şey bilmiyor gibiydi. Rusya'nın Pale adı verilen bölümünde doğmuştu. Orada birçok Yahudi yaşardı, ama çok yoksullardı ve zor koşullarda yaşamayı sürdürmeye çalışıyorlardı. Sürekli çalışırlar ancak yiyecek bir kaç lokma bulabilirlerdi. Fakir evleri, kışları çok soğuk olurdu. Kışlık paltoları ince, yamalı ve söküktü. Ama tüm zorluklara rağmen, Pale'de başka Yahudiler'in arasında yaşadıkları, Yahudi bayramlarını kutladıkları, Şabat'a baktıkları ve Tora çalışabildikleri için mutluydular. Ama o komşuları... Pale'in etrafında yaşayan diğer insanlar Yahudiler'den, sadece Yahudi oldukları için nefret ederlerdi. Hayatı, özellikle de Yahudiler için zorlaştırmaya uğraşırlardı. Bazen öfkeden deliye dönerler, aniden Yahudiler'e saldırırlardı.
İzzy'nin annesi, dışarıdaki bağırışları duyduğunda, pogrom denilen bu saldırıların birinin başlamakta olduğunu anladı. İzzy'i kaptığı gibi, derme çatma bir kulübeden fazlası olmayan evlerinden hemen çıktı. Evlerinin yanındaki küçük bir barakada çalışan İzzy'nin terzi babası da saldırganları duymuştu. İzzy ile annesini yakalamaya çalıştıklarında, İzzy'nin babası, bazı saldırganlarla atlı, hatta kılıçlı olmalarına rağmen onlarla dövüşmeye başladı. İzzy'nin babasını yere serdiler. Ama İzzyler'in ormana girip saklanabilecekleri kadar oyalayabilmişti saldırganları. Şimdi, İzzy'nin neden umutsuzluğa düştüğünü biliyorsunuz.
"Artık burada daha fazla yaşayamayız" dedi İzzy'nin annesi birkaç gün sonra. Saldırı, başladığı gibi aniden bitmişti. Ancak, İzzy'nin babası için artık çok geçti. Köydeki Yahudiler onu ve o gün öldürülen diğerlerini gömdüler ve şivaya, bir haftalık yas süresine girdiler.
"Nereye gideceğiz?" diye sordu İzzy.
"Amerika'ya" diye cevapladı annesi. İzzy, Amerika'yı duymuştu. Orayı herkes duymuştu. Bazı Yahudiler, Amerika'ya gitmek için köyü terk etmişler ve bir daha geri dönmemişlerdi. Bazı zamanlar onlardan kart veya mektup gelirdi. Amerika çok güzel görünüyordu, sanki her zaman umut ve vaatler vardı orada. İzzy'nin annesi, bütün hayatı boyunca köyü terk etmemişti, ama elindeki tek
değerli malı babasının dikiş makinesini sattı, yıllar boyunca biriktirdiği bir avuç parayı aldı. O ve İzzy, köyden, köyün tek toprak yolunda yürüyerek ayrıldı. Bazen, çiftçiler, onları gitmek istedikleri yerlere bıraktılar, ama çoğunlukla onlar yürüdüler, yürüdüler ve yürüdüler... Bulabildikleri her yerden yiyecek temin etmeye çalıştılar. Eğer hiç yiyecek bulamazlarsa, İzzy'nin annesi, yanlarındaki
parayla bir parça ekmek alıyor ya da biraz çalışma karşılığında yiyecek alıyordu. Günlerce yürüdüler, köylerin yanından geçtiler, ahırlarda, hatta açık havada uyudular. Sık sık, özellikle atlı adamlar duyduklarında veya gördüklerinde, yolun kenarındaki çalılıklara saklanıyorlardı. Atlılar, köylerine saldıranlar gibi insanlardı. Yahudi köylerine vardıklarında herkes onlara ellerinden geldiğince
yardım etmeye çalışıyordu- bu uyuyacak kuru bir yerdi genellikle. Ama bu diğer Yahudiler, neredeyse İzzy ve annesi kadar kötü durumdaydı.
"Amerika'ya ne zaman varacağız?" diye sordu İzzy.
"Bilmiyorum" diye cevap verdi annesi üzüntüyle. Önlerindeki sonsuza kadar süreceğe benzeyen yolu düşündükçe, İzzy yine umutsuzluğa düştü. Aç ve yorgundu. Kendini üzgün hissediyordu. Yapmamaya çalıştıysa da ağlamaya başladı.
"Tanrı'ya güven. Oraya varacağız" dedi annesi ve oğluna sıkıca sarıldı.
Bir süre sonra, ormanın yanındaki küçük bir kasabaya vardılar. Bu sefer, dikkatlice kasabanın içine girdiler. Annesinin aradığı bir adres vardı. İzzy'nin umutsuzluğu hafifledi. Belki de yolculuklarının sonuna gelmişlerdi. Adresi bulduklarında, İzzy'nin annesi, orada yaşayan kötü görünümlü adamla uzun uzun konuştu. O atlılara benzemiyordu ama Yahudi de değildi. "Ödeyebileceğim hepsi bu" dedi annesi elindeki tüm parayı adama göstererek. Adam ayağını yere vurdu, öfkeyle konuştu ama en sonunda kabul etti. İzzy'nin annesi yanına geldi. "Yaklaştık mı?" diye sordu İzzy heyecanla.
"Evet, neredeyse, Tanrı isterse." diye cevapladı. "Ama en zor ve en tehlikeli kısım bu gece. Bu gece, sınırı geçeceğiz. Çok tehlikeli olacak. Askerler bizi durdurmaya çalışacak." diye uyardı annesi. İzzy'nin içini korku kapladı, ama Amerika'nın yakın olduğunu düşünerek korkuyla mücadele etmeye
çalıştı.
Günün geri kalan kısmını, kasabanın dışında, ormanda saklanarak geçirdiler. Ay yükseldiğinde, İzzy ve annesi kalkıp adamla buluştukları yere gittiler. Kısa bir süre sonra bir saman arabasıyla geldi. Onları sınırdan kaçabilecekleri noktaya götüreceğini açıkladı İzzy'nin annesi. Kaçmaları gerekecekti çünkü birçok ülke, fakir insanların, özellikle Yahudiler'in gelmesini, bunu sadece Amerika'ya geçmek
için yapsalar bile, istemiyordu. Ve işin daha da kötüsü, İzzy'nin yaşadığı ülke, Yahudiler'i, çok büyük miktarda paralar ödemedikçe, dışarı da bırakmıyordu. Ve İzzy ile annesinin fazla parası da yoktu.
"Arkaya geçip samanların arasında saklanın" diye emir verdi adam. İzzy'nin annesi, adama paraları verdi.
İzzy, ne kadar yol gittiklerini hatırlamıyor. At arabası çok rahatsızdı, samanlar batıyordu ama yine de yürümekten iyiydi. Annesine sokuldu, ona sarıldı. Aniden bağrışmaları duydu. Araba hızlandı. Şimdi de silah sesleri duyuyorlardı. Sadece devlet askerlerinin silahı vardı. Araba iyice hızlandı. O kadar sarsılıyorlardı ki, sonunda devrildi. İzzy ve annesi dışarı savruldular. Askerler kendilerine
doğru koşuyordu. Sürücü, yerde yatmış sızlanıyor, atlar, tekrar ayağa kalkabilmek için debeleniyordu. İzzy, sürücüye doğru gitmeye başladı. "Ona yardım edemeyiz. Koş!" diye bağırdı İzzy'nin annesi. Oğlunu yakaladı ve öne doğru itti. Hava hala karanlıktı ama ormana doğru koştular.
"İşte sınır orada" diye bağırdı annesi. Askerler onlara ateş ettiler. İzzy, silah seslerinin gürültüsünü duyuyor, kurşunların etrafından geçtiğini hissedebiliyordu. Ama askerler, ters dönmüş arabanın yanında durdular. İzzy ve annesi ormana ulaşmayı başarabildi. "Tanrım teşekkür ederim, teşekkür ederim" diye fısıldadı annesi. Nefes nefese kalmışlardı.
Sınırın ötesinde, İzzy ve annesi, Amerika'ya ya da güvende olabilecekleri herhangi bir yere gitmeyi uman Yahudiler'le karşılaştılar. Hepsi bir araya toplanmış bekliyorlardı. Günler, haftalar, hatta aylar geçti. İzzy, diğer çocuklarla oynuyordu. Bir rabi, İzzy ve diğer çocukların gidebileceği bir okul organize etmişti, ancak sadece bir kaç yırtık, eski kitapları vardı. İzzy'nin annesi onlar için biraz yiyecek ve giysi bulmayı başardı ama her şey yine de çok zordu. İzzy, Amerika'ya gitmekten umudunu kesmişti. Aynı zamanda yolculuktan korkuyordu da... Çünkü büyük bir gemiye binip okyanusu geçmek zorundaydılar.
Günün birinde, annesi, odanın içine hızla girdi. "Yarın Amerika'ya doğru yola çıkıyoruz" diye haber verdi heyecanla. İzzy şok olmuştu. Bir kaç parça eşyasını toparlamak, fazla vaktini almadı. Ertesi gün, büyük, paslı bir gemiye doluştular. Onlara, birçok kaçak da katıldı. Kaçakların hepsi, geminin derinliklerindeki, küçük, boğuk bir yere sıkıştılar. Dışarıya çıkabilecekleri küçük bir güverte de vardı. İzzy, zamanın büyük bölümünü burada geçirmeyi tercih ediyordu.
Yolculuk korkunçtu. Gemi bir yukarı, bir aşağı hareket ediyor, soldan sağa savruluyordu. Hemen hemen herkesi deniz tuttu. İzzy ve annesi de buna dahildi. İnsanlar her yere kusuyorlardı. Koku felaketti. İzzy, sadece kokunun bile, tek başına mide bulandırıcı olduğunu düşünüyordu. Yolculuk sanki hiç bitmeyecekti. Bir kez daha İzzy umutsuzdu.
Sonra, günün birinde kaçaklar arasında bir söylenti yayılmaya başladı. Ertesi sabah Amerika'ya, New York şehrine ulaşacaklardı. Gün doğumunda, hepsi, yeni ülkeyi görebilmek için güverteye doluştular. İzzy zar zor görebiliyordu. En sonunda, gemi limana vardı ve gökyüzüne ulaşan yüksek binaları gördü. İnsanlar, Özgürlük anıtı denilen heykele işaret edip birbirlerine gösteriyorlardı. İzzy'nin annesi ağladı ve Tanrı'ya yeniden teşekkür etti. Diğer insanlar, neşeyle çığlık atıyorlardı. Ama İzzy, o yüksek binalara baktı ve korktu.
İzzy için, günün geri kalanı sonu gelmeyen sıralardan oluşan bir bulanıklıktı. O sıradan bu sıraya geçerlerken annesinin paltosuna sıkıca sarılmıştı. Formlar dolduruluyor, kağıtlar gösteriliyor, kağıtlar alınıyordu. En sonunda, İzzy ve annesi, New York sokaklarına çıkabildi. Her yer İzzy'nin daha önce hiç görmediği kadar insanla ve araçla doluydu. Annesinin elini tuttu. "Korkma. Tanıdıkların yanına gidiyoruz. Artık güvendeyiz. Burada bize kimse zarar veremez. " dedi annesi.
Annesinin elinde, üstünde bir adresin yazılı olduğu kağıt parçası vardı. Sokaklardan oluşan labirentlerden yürüdüler. Ara sıra annesi insanları durduruyor, onlara adresi gösteriyor, insanlar da gitmeleri gereken yönü işaret ediyorlardı. Annesi dili bilmiyordu. Sokak işaretlerini bile anlayamıyorlardı. Yavaş yavaş, büyük binaların yerini küçükleri aldı. Sonra, İzzy, okuyabildiği işaretlerin olduğunu fark etti, bunlar İbranice ve Yidiş dilindeydi. İlk olarak kendini umutlu hissetti.
"Anneciğim! Ema!" diye bağırdı tabelaları işaret ederek. Kısa bir süre sonra, bir zamanlar kendi köylerinde yaşayan insanların oturduğu apartmanın merdivenlerinden çıkıyorlardı. İzzy onları tanımıyordu, ama annesi tanıyordu. Ailenin babası Moşe, büyük, sevimli bir adamdı. İzzy ve annesini bütün aile mutlulukla karşıladı ve onlara baktı. İzzy, yerdeki bir battaniyenin üstünde uyuyakaldı. Ertesi gün, İzzy uyandığında hava açık, etraf güneşliydi. Mayıs ayının ilk günlerinden biriydi. Annesi ve evdeki diğer kişiler çoktan kalkmışlardı. "Haydi gel" dedi annesi, "dışarı çıkıyoruz." Apartmandaki diğer çocuklardan ödünç aldığı temiz giysileri İzzy'e giydirdi. Ama İzzy çok korktuğu için dışarı çıkmak istemiyordu.
"Haydi gel, çok eğleneceğiz" diye neşeyle konuştu Moşe Yidiş dilinde. "Pikniğe gidiyoruz". Birkaç İngilizce kelime kullanmaya başlamıştı bile. İzzy bu İngilizce kelimeyi anlayamamıştı. "Sanırım pikniğin ne olduğunu
bilmiyorsun" dedi Moşe gülerek. "Endişelenme, çok eğlenceli olacak" dedi.
Hep birlikte trene bindiler. İzzy, hayatında ilk kez trene biniyordu. Hem heyecanlı, hem de biraz korkutucuydu. Çok hızlı gidiyor, sarsılıyor, korkunç sesler çıkartıyordu. Trendeki başka Yahudiler olduğunu görüyordu. Moşe ve ailesiyle sohbet ettiler. Trenden indiklerinde, yüzlerce belki de binlerce Yahudi'nin toplandığı bir parka gelmişlerdi. Moşe'nin ailesinin getirdiği yiyecekleri bir örtünün üzerine koydular, oyuncakları çıkardılar. Oyunlar düzenlendi. İnsanların tanıdık Yidiş şarkıları söylediklerini ve dans ettiklerini gördüler. İzzy Moşe'ye, "Amerika her gün böyle mi ?" diye heyecanla sordu.
"Hayır, hayır" diye gülümsedi Moşe. "Bugün Lag Baomer ve bütün Yahudiler, umutsuzluklarının ardından gelen umudu kutluyor. Yarın işimizin başına döneceğiz, ama şimdi koş, oyna, şarkılar söyle ve korkma. Amerika'da Yahudi olduğun için tehlikede değilsin, özgürsün. Moşe, İzzy'e bir şeker verdi ve yakınlarda top oynayan çocukların yanına götürdü.
İşler, Amerika'da İzzy ve annesi için yolunda gitti. Çok çalıştılar ve para kazanıp yaşayabildiler. Tabii ki üzüntüler ve hayal kırıklıkları da yaşadılar, zor zamanlar geçirdiler; özellikle de ilk zamanlarda. Ama İzzy ne zaman umutsuzluğa düşecek olsa, Lag BaOmer'i, Yahudiler'in neşe ve umut bayramını hatırladı ve Tanrı'nın en zor zamanların bile sonunu getirdiğini düşündü.
Alan Rading