Kimse sadaka vererek fakirleşmez. Maimonides
Büyük Bunalımın ülkedeki her aileyi etkilediği 1930'lu yıllarda bile, Tsedaka ve hoşgörü, evimizin ayrılmaz ahlaki değerleriydi.
Annemin Avrupa'dan getirdiği mumlukların yanında Yahudi Ulusal Fonu'nun kutusu da dururdu. Annem, her hafta kutuya, ayırdığı parayı atardı. Batı Kanada'da orta büyüklükte bir şehirde yaşardık. Evimizde, Yahudiliğimize sıkı sıkıya bağlıydık. Dışarıda ise, geçmişi ne olursa olsun, herkes "İngiliz" di. Evimizde, Şabat ve bayram kuralları yaşamımızı yönlendirirdi. Babam, her gün sinagoga gider, haftada birkaç kez bir öğretmen biz beş kardeşe İbranice dersleri vermeye gelirdi. Okulda ve oyun parkında hepimiz karışır, Noel şarkıları söylerdik.
Dış dünyada bir sürü kilise de vardı. Kiliselerle olan birebir ilişkim, ailemin, bir kilisenin karşısında ev satın almalarına bağlamış oldu. Kilisenin çanlarını bütün gün duyardık. Saatlerimizi ona göre ayarlamaya alışmıştık. Kapalı verandamızdan, rahip ve rahibelerin, ellerini uzun giysilerinin ceplerine koyarak, binalar arasında dolaştıklarını görürdük. Yazın, Cumartesi öğlenleri büyük çanların neşeli düşünleri haber verdiğini duyar, kilisenin önündeki büyük ailelerin, Model T arabalarını park edip, toplanmalarını seyrederdik. "İngiliz" arkadaşlarımla, kiliseni açık kapısına doğru koşar, kol kola içeri giren gelinle damadı görmeye çalışırdık. Herkes oturduktan sonra genç çift İsa'nın ve Tanrı'larının önünde diz çöker, birbirlerine verdikleri sözü asla bozmayacaklarına dair yemin ederlerdi. Küçük bir çocuk için, org, koro, renkli pencereler, kırmızı camlar ardında yanan mumlar, büyük kurdeleler inanılmaz bir etki yaratırdı.
Daha sonra, uzun giysili peder ve rahibelerin kapıda yeni evlileri kutsamalarını seyrederdim. Bu adanmış yüzlerde, sadece onların bildiği bir sevgi görür, Tanrı'yla evli olmanın hayatlarına nasıl bu kadar uyduğunu merak ederdim.
Aynı sokakta yaşamak ve onları her gün seyretmek, benim için esrarlı ve mistik bir şey haline gelmişti. Hissedebildiğim ancak dokunamadığım, görebildiğim ama henüz bilmediğim bir şeydi bu. Benden farklı olmalarına ve benim dindar evimden çok daha farklı bir dünyada yaşamalarına rağmen, evimizin önünden geçerken yüzlerinden hiç eksik olmayan gülümseme bende bir kardeşlik duygusu uyandırıyordu. Yaşadıkları yerin önünden her geçişimde, pencerelerdeki siyah gölgelere bakar, nasıl yaşadıklarını, hissettiklerini ve Tanrılarına dua ettiklerini merak ederdim.
On yaşındayken geçirdiğim kış çok soğuktu. Kar ve rüzgar sanki hiç durmayacaktı. Noel yaklaşıyordu ve bunalım hiç sona ermeyecek gibiydi. Her alanda para sıkıntısını hissetmeye bağlamıştık. Yakıt masrafları, beş çocuk için gerekli kalın giysilerin temini gittikçe zorlaşıyordu. Sanki her gün soframızdan yiyecekler eksiliyordu. Ama komşularımızın pencerelerinde Noel ışıkları teker teker yanmaya başladı. Bazı komşular bahçelerindeki ağaçları süsledi.
Bizim evimize de Hanuka geldi ve gitti. Mumlarımızı yaktık, her gece bir tane daha... Amcalarımız gelip bizlere Hanuka harçlıkları verdiler. Babam bize, " Oi Hanuka, Oi Hanuka, a yotif a shaineh" (çok güzel bir bayram) diye şarkılar öğretti, Hanuka yemekleri yedik ve gelecek sene daha iyi yaşamayı hayal ettik.
Noel'den bir hafta önce, bir gece, kapı çaldı. Kapıyı açtığımda, girişte iki rahibenin durduğunu gördüm. "Mutlu Noeller!" dediler.
Merakla onlara baktım. Rahibelere daha önceden hiç bu kadar yakın durmamıştım. Giysilerinin beyaz yerleri ve bağlıkları, çatımızdan sarkan küçük buzlara benziyordu. Biri küçük bir zil çalıyor, diğeri ise bakır bir tepsi tutuyordu elinde.
"Anne" diye içeri bağırdım. "Burada biri var!"
Annem mutfaktan geldi, elleri una bulanmıştı. İçeride elmalı tart yapıyordu. Yüzüne bir tutam saç düğmüştü. Kapıya yaklaşırken o bir tutam saçı elinin arkasıyla alnının gerisine itmeye çalışıyordu. Ziyaretçileri fark edince, Yidiş dilinde bana, "İçeri girmelerini söyle. Dışarısı çok soğuk" dedi.
Bir kapıdakilere, bir de anneme baktım. Duyduklarımdan pek emin değildim. Annem unlu elleriyle kapıyı açıp, "Kimi aran. Sis kolt ( İçeri gelin, dışarısı soğuk) dedi.
Rahibeler rüzgarlığı itip içeri girdiler. "Mutlu Noeller!" dediler yeniden. " Fakirler için yardım topluyoruz. Siz de bir katkıda bulunmak ister misiniz?"
Annem İngilizceyi çok az konuşabiliyor ve az anlıyordu. Ama tepsinin kendisi zaten durumu anlatmaya yetiyordu. "Git" dedi bana Yidiş dilinde, "Cüzdanımı getir".
Rahibelerin evimizde bulunmasının verdiği garip hisle, yukarı koştum. Annemin yedi kişinin giyinmesi ve beslenmesi için kullanılan çok az paranın bulunduğu küçük siyah cüzdanı getirdim. Daha sonra merdivenlerden eğilip annemin tepsiye para koyuşunu seyrettim. Yirmi beş sent! Bu benim için büyük paraydı! Bu parayla yarım litre süt, iki ekmek ve bir torba şeker alınabilirdi!
Yüzlerinde gülümsemelerini eksik etmeyen rahibeler teşekkürlerini bildirdiler. "Çok teşekkürler. Tanrı sizi kutsasın!" diye birkaç tekrar ettiler.
"Geht gezinter hait" (Sağlıkla yaşayın) dedi annem onlara. Kapıyı açıp yeniden ne kadar soğuk olduğunu söylediğinde, sesi gerçekten düşünceliydi. Rahibeler onu anlamış gibiydi. "Sorun değil" dediler. Sesleri sakin ve rahatlatıcıydı." Tanrı evlatlarını korusun". Sonra gittiler.
Annem kapıyı kapadı ve tart yapmaya geri döndü. Peşinden ben de mutfağa gittim. Milyonlarca soru sormak istiyordum ona ama ağzımdan tek çıkan, "Neden?" oldu.
"Onlar iyi insanlar" dedi annem bana, hamuru yoğururken. "Çok iyi. Başkaları için iyilik yapıyorlar. Bu onların bayramı ama biz yine de onlara yardım etmeliyiz"
"Ne yapıyorlar?"
"Yaptıkları her şeyi bilmiyorum. Ama hastaneleri ve çocuk bakım evleri var. Fakirlere yardım ediyorlar. Ve bizler de onlara yardım etmeliyiz. Günün birinde sen de bunu anlayacaksın."
Yıllar geçtikçe, bizler, saatlerimizi kilise çanlarına göre ayarlamaya devam ettik. Rahibeler her Noel'de fakirler için yardım toplamaya geldiler. Annem de bakır tepsiye her sene katkıda bulundu. Kız ve erkek kardeşim evlenip uzaklara taşındılar.
O yıllar boyunca, babam çok hastaydı ve birçok kez hastaneye gitmek zorunda kalmıştı. Son hastalığı süresinde Katolik Hastanesinde kaldı.
Bir sabah, anneme, babamın kritik bir durumda olduğu söylendi. Hemen hastaneye gitmesi gerekiyordu. Ben işteyken, acilen hastaneye gitmem gerektiği söylenince fırlayıp çıktım. Oraya ulaştığımda, bir rahibe beni babamın odasının önünde karşıladı. "Babanız on dakika önce vefat etti. " dedi bana.
Şimdi annemi düşünüyordum. Babamın vefatı sırasında tek bağınaydı, yanında kendisine destek olacak hiç kimse yoktu. Rahibe beni başka bir odaya götürdü. Orada anneme sakinleştirici verilmişti. Annemi o kadar sakin görmek beni çok şaşırtmıştı. Sürekli, " Tek bağınaydın! Keke zamanında orda olabilseydim!" deyip durdum.
Annem bağını iki yana salladı. " Yalnız değildim" dedi bana, "Rahibe de benimleydi.
" Ama aileden biri de seninle beraber olabilirdi!" diye haykırdım.
"Bu dünyada hiç kimse yalnız değildir" dedi annem bana, " Ölen insanlar için duayı söyledim. Rahibe beni duyduğunda kolunu omzuma koydu ve duayı benimle birlikte söyledi. Daha sonra ben ve annem acı içinde ağlarken, rahibe kolunu ikimize de doladı ve bizimle beraber dua etti. O anda, Annemin uzun süre önce söylediği sözlerini hatırladım: " Onlar iyilik yapıyorlar ve bizler de onlara yardım etmeliyiz."
Lottie Robins
**
Lottie Robins, birçok makale ve kitaba imza atmış bir yazardır. Kanada, Pensilvanya ve New Jersey'de çeşitli gazetelerde çalışmış, makaleleri The New York Times, Saturday Evening Post gibi dergilerde yer almıştır. Rodale Press'in Yidiş Lingo editörüdür.