TRENLER

Nihai Çözüm, toplu nakliyatları gerçekleşmesini sağlayan trenler ve demiryolları olmasaydı gerçekleşemezdi. İnsanlar yalanlarla yatıştırılmaya çalışılıyordu. Kendilerine, farklı yerlere gidecekleri, daha iyi şartlara kavuşacakları, çalışma kamplarına gidecekleri söyleniyordu.

Bir Görgü Tanığı ifadesi:

Trende

Yaklaşık 10,000 kişi, kireçle kaplanmış sığır vagonlarına, Auschwitz’e yollanmak için doldurulmuştu. Yakıcı sıcak ve kireçin zehirli kokusu , oraya vardıklarında sadece 400 kişinin hayatta kalmasına neden olacaktı ..Ve geri kalanlar da Tarnow cemaatinin gaz odalarında ölecek bölümüydü. ..

…Annesinin beyaz paltosuna yapışmış küçük oğlanı köşeye sıkıştırmışlardı. SS subayları yaklaşırken kadının suratı, paltosuyla karşılaştırılamayacak kadar bembeyaz kesildi.

“Onu yakaladık!” diye bağırdı subay.  Subayın şişman, kırmızı yüzü gururla parlıyordu. “ Onları yakaladık Herr Hauptsscharfuhrer, hem anneyi, hem de çocuğu!” İkisini de patronuna teslim etmenin kıvancı içindeydi.

Alman kahraman, savaşı kazanmıştı. 3. Reich’ın en tehlikeli düşmanlarını ele geçirmişti, çaresiz bir anneyle, masum bir çocuğu! Zafer duygularıyla, zavallı kadını arabanın yanına getirdi ve yere yığdı .

Kapı hızla kapanmıştı ve biz yeniden karanlıklar içinde kalmıştık. Kimse konuşmuyordu. Sessizlik fırtınadan önceki gibi korkutucuydu. Sonra da kaçınılmaz olay gerçekleşti. İki el atış atıldı: Biri ‘ kaçak “ için, diğeri de 11 yaşındaki “ yandaşı “için..

Şimdi bile, kötünün zaferine şahit olmuş biri olarak, bu işkence görmüş, çaresiz, parçalanmış fakat çok değerli insanlardan biri olmanın gururunu hissettim .

***

Ulaşım çoğunlukla sığır vagonlarıyla sağlanıyordu. Bazı zamanlar, bu vagonların tabanı , içindeki insanların ayaklarını yakan bir kireç tabakasıyla kaplı olurdu. Su yoktu. Yiyecek yoktu. Tuvalet  veya havalandırma yoktu.Bazı arabalarda 150 kişi sıkıştırılmıştı. Havanın soğuk, sıcak, dondurucu veya kaynar olması hiç önemli değildi. Normal bir yolculuk yaklaşık 4, 5 gün sürüyordu.  

Bir Anı:

Çalışma Kampına Varış

 … Polislerden biri 20 km. uzaklıktaki Chortkow kasabasına doğru gittiğimizi söylediği halde nedenini belitmedi. Tam olarak nereye gittiğimizi de söylemeyecekti.

Tüm yol boyunca, insanlar kaçmayı denedi. Her biri yakalanıyor ve Ukraynalı polisler tarafından feci şekilde dövülüyorlardı. Bizi  sabah saat 9’da toplamışlardı, Chortkow’a vardığımızda ise akşam olmuştu. Bütün günü, aç olarak , hiç mola vermeyerek ve karda yürüyerek geçirmiştik. Herkes yorgunluktan bitkindi.  

Sonra bizi hapise götürdüler. Orada bir sıra SS subayı ve Ukraynalı polisin önünden geçmek zorundaydık, herbiri elinde bir sopayla herhangi bir Yahudi’nin kafasına vurmak için sabırsızlıkla bekliyordu. Neredeyse 80 kişi kadardılar ve bir Yahudinin 80 kişilik bir sıradan dövülerek geçebilmesi epey uzun zaman alıyordu. Şans eseri, kafadan değil de boyundan veya sırtından sopa yiyenler , geri gidip o askere ‘ doğru vurması için ‘ ikinci bir şans vermek zorundaydı.

Herkes gibi, ben de yüzümü ve başımı daha az darbe almaları için korumaya çalışıyordum fakat bunu da dikkatli yapmak zorundaydım. Eğer bir kişi bile başımı tamamen ıskalarsa  geri gidip , tekrar dövülmek zorunda kalabilirdim. Tekniğim, hiç bir fark yaratmıyordu Hücreme sokulduğumda her     tarafım morarmıştı ve kanlar içindeydi. Acaba Almanlar bizi öldürmek mi istemişlerdi , yoksa sadece eğleniyorlar mıydı?

Bu olaydan sonra, 60 kişiyle dolu küçücük bir hücreye tıkılmıştım. Oturacak, uzanacak hiç bir yer yoktu. Sıkışık bir şekilde, her tarafımızdan kanlar akarken , aç susuz ,ve ağrılar içinde ayakta durmak zorundaydık. Herkes, hapisanede 500 kişi olduğunu ve her hücrenin de en az bizimkisi kadar sıkışık olduğunun söylüyordu.

Bütün gece boyunca, bu şekilde ayakta durmak zorunda kaldık. Sabah olunca bizleri dışarı çıkartacaklarından ve biraz yiyecek vereceklerinden emindik. Fakat yanılıyorduk. Sabah, hiçbirşey değişmedi. İkinci gün boyunca, hatta gece de aynen ayakta ve sıkışık biçimde kaldık . 3. günde, Almanlar’ın asıl amacını bizleri öldürmek olduğunu konuşuyoırduk. Ya açlıktan, ya oksijensizlikten, hepimiz ölüp gidecektik.

Birçok insan, ölmeden önce söylenmesi gereken Şema Yisrael duasını mırıldanmaya başlamıştı. Tam o sırada Almanlar kapıları açtılar ve bizi hücrelerden dışarı çıkarttılar. Herkes, vucudunu oynatmaya ve derin nefes almaya çalışıyordu. . İnanılmaz aç ve susuz olmamıza karşın , sıkışıklıktan ve baskıdan kurtulmanın sevinci ve rahatlığı içindeydik. Sonra, Alman askerlerinden biri, yemek masasından sokak köpeklerine yiyecek atarmış gibi bizlere ekmek parçaları fırlatmaya başladı. İnsanlar, hayvanlar gibi ekmeklere saldırıyordu ve başkası onu kapamadan ağızlarına tıkıştırıyorlardı. Bir küveti suyla doldurmuşlardı ve hepimiz inekler gibi oradan su içtik. Su içmeye tam başlamışken, bir asker gelip bizi dövmeye başladı: “ Haydi , haydi ierleyin !” . 3 günlük dayanılmaz susuzluktan sonra sadece bir yudum su içmemize izin vermişlerdi , sonra da dayak başlamıştı. O küvetin ve su içmek için çevresine eğilen  insanların görüntüsünü aklımdan hiç silinmeyecek .

Hapishaneden 1 kilometre uzaklıktaki tren yoluna bizleri koşturdular. Yol boyunca, Alman askerleri ellerindeki sopalarla istedikleri herşeyi yapabiliyorlardı. Her an, birisi, boynuna yiyeceği bir sopayla veya karnına yiyeceği bir tekmeyle yere yığılabilirdi. Bu yüzden o zayıf halimize rağmen, koşabildiğimiz kadar hızlı koşmaya çalışıyorduk. Tren istasyonuna vardığımızda, tren yolunda sığır vagonlarını gördük. Kapılara giden hiçbir merdiven veya rampa yoktu, bu nedenle SS askerleri öndeki insanları ,merdiven oluşturmaları ve diğer insanların onların üstüne basarak trene binebilmeleri içn.  “ Yere eğilin, yere eğilin “diyerek dövüyorlardı .

İnsandan merdiven yapıldığı zaman, Alman askerler, geri kalanları trene binmeleri için dövmeye başladılar. O kadar şidderli dövüyolar ve o kadar fazla bağırıyorlardı ki, boyun eğmekten başka şansımız yoktu. Acı içinde, kardeşlerimizin sıtlarına basıp, içeri girmeye uğraşıyorduk. Aşağıdaki insanların yakınmalarıyla inlemelerini, SS askerlerinin bağırışları ve kamçılarının sesi bastırıyordu.

Sığır vagonlarının doldurulması epey uzun zaman aldı. Hücrede olduğu gibi çok sıkışmıştık. Her bir arabada yaklaşık 120 kişiydik. Hücreden tek iyi yanı, 2 kişinin dönüşümlü olarak yere oturup dinlenebileceği kadar yerin olmasıydı.

Almanlar, yeterince insanın vagonlara doldurulduğuna inanınca, içeri birkaç ekmek attılar ve kapıları kapadılar. Bizi dışarıdan kitlediklerini duyduk. O zamanlar, benim kasabamda, Auschwitz veya Majdanek ölüm kampları hakkında birşey duymamıştık, ‘ Son Çözüm’ ün ne olduğunu da bilmiyorduk. Bildiğimiz, Almanlar’ın Yahudiler’i iş hayvanı olarak kullanmak istemeleriydi. . Katliam planlarından habersizdik.

Bir parça ekmek kapabilenler, hemen yemeye çalıştılar, diğerlerimiz sırtlarımızı dönerek boş midelerimizi düşünmemeye çalıştık. Yemeksiz üç gün geçirmiştik zaten.

O sığır vagonlarında saatlerce oturduk. Dışarıdaki soğuk Mart rüzgarına rağmen, içerisi hemen ısınıyordu ve havasızlık herkesi tehdit ediyordu. Duvarların yanında duran şanşlı kişiler, çatlaklardan sızan temiz havayı içlerine çekebilmek için çabalıyorlardı. Daha sonra sırayla herkes daha iyi nefes alabilmek için kenarlara gitti.

En sonunda, tren ilerlemeye başladı. Kapılar tekrar açılana kadar, çok kötü koşullarda üç gün boyunca yolculuk yaptık. Chorostkow’dan 50 kilometre uzaklıkta, Tarnopol yakınlaındaki Kamionka çalışma kampına getirilmiştik. Normalde, Chorostkow’dan Kamionka’ya gidiş 3 saat sürerdi ,fakat Almanlar bize daha fazla işkence yapmak için treni küçük  büyük birsürü istasyondan geçirmişler ve arada uzun molalar vermişlerdi. Almanlar ; yiyeceksiz, susuz, nereye gideceğimizi bilmeyerek ve bastığımız yer dışında hiç bir boşluk bulamayarak yaptığımız bu 3 günlük yolculuğu , ruhumuzun direncini kırmak için yapmışlardı. Hitler’in ( ve tarih boyunca ortaya çıkmış tüm Amalekler’in ) haykırdığı gibi, bizlere insan ırkına ait olduğumuzu unutturmak istiyorlardı. Yahudiler’in , tıpkı pireler gibi aşağılık bir tür olduğunu, bizlere kabul ettirmeye uğraşıyorlardı.

Bu deliliğin ardında neler vardı? Neden acı çekiyorduk? Allah neredeydi? İngilizler ve Amerikalılar neredeydi? Kendi pisliklerimizin içinde durduğumuz halde, insan olduğumuzun farkındaydık. ‘B’nai adam ‘ ve Yahudi olduğumuzun farkındaydık. Tarih boyunca bizim kanımızı isteyen, tüm vahşi imparatorluklar, dünya üstünden silinmiş, geriye sadece birkaç taş parçası ve tarih kitaplarındaki hikayeler kalmıştır. En başından beri burada olan bizlerin, yani Yahudilerin ise toprakları o zamanlardan beri taşla dolu olmuş , kitaplarıysa herkesce gıpta edimiş  ve kabul görmüştür. Bizler hala nesilden nesile yaşıyoruz ve üretiyoruz.

Hala ‘son çözüm’ün kötülüğünü veya biz Yahudiler’in 1/3 ünün nasıl katledildiğini anlayamasam da , Allah’a bağlı Yahudiler’in dünya sahnesinden kolay kolay dışarı atılamayacağını biliyorum. Sayımız az olmasına karşın bizler başrol oyuncularından biriyiz. Geçmişteki sürgün ve katliamlardan kurtulduğumuz gibi, bu son yokedilişten sonra da ayaktayız!

Dayanılmaz 3 günün sonunda, sığır vagonlarının kapıları açılmıştı. Bizler ışık seli, temiz hava ve  emirler yağdıran sağır edici bir gürültüyle karşılanmıştık.

Almanlar ,“Los scnell! Los schnell !”diye bağırıyorlardı. “ Çabuk olun, çabık olun!” Bir yandanda bizlere sopalarla ve tüfeklerle  vuruyorlardı. Merdiven veya rampa olmadığından, trenden 1- 1,5 metre yukarıdan atlayarak çıkıyorduk. Hemen yanımızda bekleyen Alman askerlerinin tekmelerinden kurtulmak için de çarçabuk ayağa kalkmaya çabalıyorduk. Açlıktan ölüyorduk, susuzduk ve çok zayıf düşmüştk. Yine de , vagonlar boşaldıklarında, çalışma kampına doğru 2 kilometre boyunca koşturulduk. Bazı kişiler, korkudan , bazıları ise rahatlamadan dolayı ağlıyordu. Kendimizi o kadar kaptırmıştık ki , manzarayı farketmemiştik bile. Kampa ulaştığımızda, tüm grup sessizliğe büründü. Bakıp , dikkatlice dinledik. Tüm alan , inanılmaz sessizdi. Karşımızda duran kampa ölüm sessizliği hakimdi. Ve, yazın mısır ve buğdayla dolu tarlalar, gri ve cansız bir şekilde gözlerimizin önünde duruyordu.

Çarpıcı Bir Yorum:

Iki Kova

Yahudiler, belli bir programa göre, her gün Auschwitz’e gönderiliyorlardı. Getoların sevkiyat yerinden programa uyularak ayrılıyorlardı. Kondüktör işareti verirdi: “Herkes binsin!”. Fenerlerle de son uyarılar tamamlanırdı . Alman ve Macar askerler, isteksiz yolcuları, son bir grup anneyi kompartmanların içine itiyorlardı. Makinist, treni çalıştırdı ve tren Auschwitz’e doğru yola çıktı. Tam programda yazılı zamanda..

Her bir kompartmanda 80 Yahudi  bulunuyordu. Eichmann, Almanların , daha çok çocuk olduğu zaman ,bu konuda daha başarılı olabileceklerini  söylemişti. O zaman bir kompartmana 120 kişi bile sığdırabilirlerdi! 80 sayısı , Almanlar’ın verimini hiç yansıtamıyordu.

80 Yahudi de, Aschhwitz’e kadar, ayakta ve elleri havada gitmek zorundaydılar, böylece en fazla sayıda yolcuya yer açılabiliyordu.

Her bir kompartmanda iki kova bulunurdu. Birinde su vardı. Diğeri ise, mümkünse, ayaklarla itile itile tuvalet olarak kullanılıdı.

Burada su ve tuvalet kovalarının işi neydi merak ederdim. Birbirlerine yapışmış , ölüme doğru yolculuk eden  80 umutsuz adam, kadın ve çocuk için neden bir su ve bir de tuvalet kovası bulunuyordu? Bir su kovası ve bir de tuvalet kovası bu insanların zavallılığına çare olamazdı. Bu kadar sıkışıkken , onları nasıl kullanabilirlerdi ki? Tuvaletlerini üstlerine yapmak zorundaydılar. Gaz odalarına ulaşana kadar, susuzluktan yanmaya devam etmeleri gerekiyordu. Fakat kovalar oradaydılar.

Bu iki kovayı da küçük anılar olarak görürüm. Neyin anıları ? Bu soruma sertçe yanıt veririm: İnsanlık, tamamen terkedilemez. İnsanlık, ısrarcıdır. O , kötü kokulu, Yahudi dou  kompartmanların içine bile sızar. O iki kova, yaralı bir şeyin ardında bıraktığı ize benziyordu- Almanlar’ın insanlık anlayışı henüz tam anlamıyla ölü değildi.

***

Bazı zamanlar Almanların yeterli sayıda Yahudiyi kamplara götürecek sayıda vagonu olmazdı . Böyle zamalar kurbanlar, 2,5 gün boyunca ayakta durmak zorunda kalacakları vagonlara sıkıştırılırdı.

Savaşın en uzun yolculuğu , Corfu’dan başlayan ve 18 gün süren yoldu. Tren kampa ulaşıp da kapılarını açınca, zaten herkes ölmüş olurdu.