Raoul Wallenberg'in Hikayesi  Tanrı, cesareti olana yardım eder.

Ben profesyonel bir fotoğrafçıyım. New York'taki ofisim, sokak tabelalarının "Raoul Wallenberg Yolu" diye işaret ettiği Birleşmiş Milletler'den sadece üç sokak ötede. Wallenberg'i bilenler, onun Macaristan, Budapeşte'de yaşamış, 2. Dünya Savaşı'nın kanlı günlerinde 100.000 kadar Yahudi'nin hayatını kurtarmış biri olarak tanırlar. Benim için, Raoul Wallenberg, sadece hayat kurtarmakla kalmamış, kurtardıkları kişilerin üstünde, derin izler de bırakmıştır. Biliyorum. Kendisi, benim hem kalbimde, hem de aklımda yer etmiş, o zamandan bu yana düşüncelerimi ve hareketlerimi şekillendirmemi sağlayan izler bırakmıştır.

Wallenberg'le ilk kez 17 Ekim 1944'te, genç bir delikanlıyken karşılaşmıştım. 430,000 den fazla Yahudi kadın erkek ve çocuk, günde 12,000 kişilik gruplar halinde ortadan yok olmuş, bir daha onları gören kimse olmamıştı. Şimdi, savaşın son günlerinde, Naziler, Avrupa'da son kalan büyük Yahudi cemaatini yok etmeye hazırlanıyorlardı: Budapeşte Yahudilerini.

İsveçli genç bir mimar olan Raoul Wallenberg, Temmuz'da, hayat kurtarma göreviyle Budapeşte'ye gönderilmişti. Hiçbir diplomasi eğitimi almadığı halde, İsveç Elçiliğinde çalışmıştı. İthalat-ihracat işiyle uğraşıyor ve Avrupa'nın birçok kesimiyle ilişkiler kuruyordu. Elindeki silahları, zekası, kararlılığı ve insan hayatına duyduğu saygıydı. Bir kişinin hayatının kendisininkini riske atacak kadar değerli olduğunu düşünüyordu.

Babamdan fotoğrafçılığı öğrenerek büyüdüm. Babam, Hapsburg'un resmi fotoğrafçısı, Macaristan kral naibi Amiral Miklos Horthı'nin kişisel fotoğrafçısıydı. Budapeşte'de en üst kademedeki fotoğrafçılardan biriydi. Amiral Horthı, kişisel yetkisini kullanarak, bizleri, Yahudiler'e uygulanan kanunlardan muaf tutmuştu. 15 Ekim'de, Macar Naziler olan ' Gamalı Haçlar' grubu, hükümeti devirip başa geçtiğinde, bütün muafiyetler iptal edildi. Babam vasıtasıyla, İsveçli diplomatlardan biri olan Per Anger'i tanıyordum. Hayatımın ciddi bir tehlikede olduğunu bilerek, İsveç temsilciliğine gittim. Bütün tersliklere rağmen, kalabalık arasında yardım aradım ve sonunda içeri kabul edildim.

Per'e içinde bulunduğum açmazdan söz ettim. "Gel, seni birisiyle tanıştırayım" dedi Per. Kapıdan dışarı " Raoul? " diye seslendi.

Raoul Wallenberg içeri girdi. Genç, otuzlu yaşlarının başında, zayıf, kahverengi saçlı biriydi. Bu kargaşa dolu dünyada, bir sükûnet abidesi gibi görünmüştü bana. Per, " Bu fotoğrafçı Tom Veres. Kendisi arkadaşım olur. Yararlı olabilir" dedi. 
Wallenberg de, " Güzel. Sen benim fotoğrafçım olacaksın. Yaptığımız işi belgeleyeceksin. Direk olarak bana rapor edeceksin " dedi. Hemen o dakika da resmi evrakları imzaladılar.

Zamanımın çoğu, Wallenberg'in, binlercesini çıkarttığı schutz-pass ları ( pasaportların) fotoğraflarını çekmekle geçti. Pasaportlarda, kişinin savaştan sonra İsveç'e gitmesinin onaylandığı ve İsveç hükümetinin koruması altına gireceği yazılıydı.

Ama Wallenberg'in fotoğrafçısı olmamın aslında ne anlama geldiğini, bir ay sonra, 28 Kasım günü sekreteri bana, Wallenberg'in şu notunu ilettiği zaman anladım: " Benimle Jozsefvarosi istasyonunda buluşmaya gel. Fotoğraf makineni getir."

Jozsefvarosi istasyonu, şehrin dışında bir nakliye deposuydu. Leica makinemi alıp, neyle karşılaşacağımı bilmeden oraya gidiyordum. Doğruyu söylemek gerekirse, herkes, özellikle de Nazilerin listesinde olanlar, gizlenmenin yapılabilecek en iyi şey olduğunu düşünüyorlardı. Sessiz ol, kimseye gözükme. Hiçbir şeye karışma. Ama ben yine de buradaydım, bir Kasım sabahında, Jozsefvarosi istasyonuna doğru yola çıkmak üzereydim.

İstasyonun, Macar Nazilerce ve şehirden gelmiş jandarmalarla sarılı olduğunu gördüm. Aklı başında olan herkes, oradan uzak durmaya çalışıyordu. Wallenberg, benim bir şekilde içeri girmemi istemişti. Makinamı cebime koydum ve jandarmalardan birine gittim. Dünyanın en yapmacık İsveç aksanıyla, yarı Macar diliyle karışık Almanca konuşmaya çalıştım: " Ben İsveçli bir diplomatım! Raoul Wallenberg'le buluşmak için içeri girmem lazım!"

Jandarma bana inanmayarak baktı ama içeri girmeme izin verdi. İstasyonun içindeki manzara korku vericiydi. Binlerce kişi, hayvan vagonlarına bindirilmişti. Wallenberg de şoförü Vilmos Langfelder ile birlikte orada, arabasının içindeydi. Raoul beni gördüğünde yanıma gelip, kulağıma fısıldadı: "Çekebildiğin kadar çok fotoğraf çek."

Fotoğraf mi? Burada mı? Yakalanırsam, kendimi o vagonların içinde bulurdum! Elçilikten olup olmamam hiç bir şey fark ettirmezdi! Arabanın arka koltuğuna çıktım ve cebimden çakımı çıkardım. Fularıma bir delik açıp, fotoğraf makinemi oraya yerleştirdim. Sonra dışarı çıkıp, gayet sakin görünmeye çalışarak trenin etrafını dolaşıp, fotoğraf çekmeye başladım.

Wallenberg siyah defterini çıkarttı. " Bana ait kişiler! Burada sıraya girin !" dedi. " tek yapmanız gereken schutzpass'larınızı bana göstermek!"

'Yolcuların' sırasının yanına geldi. " Sen, evet, ismin burada yazılı. Kağıtların nerede?" şaşkın adam ceplerini boşaltıp, hiçbir zaman sahip olmadığı kağıtları aramaya başladı. Bir kağıt parçası çıkartıp gösterdi. " Tamam, sıradaki!"

Adamlar birdenbire hızlanmıştı. Mektuplar, gözlük numaralarını gösteren kağıtlar, hatta kovulma uyarıları bile o anda özgürlük pasaportları olmuştu. Raoul ve asistanları, defterdeki her ismi dikkatlice işaretliyor veya olmayanları ekliyorlardı. Ben görünmez olmaya çalışıp, olanların gaddarlığını yakalamaya çalışıyordum.

"Tommy! Tommy!"

İsmimi duydum ve arkamı döndüm. Birisi beni tanımış mıydı yoksa?

"Tommy!" Sırada, neredeyse trene en yakın yerde, en iyi arkadaşım George vardı! George ve ben birbirimizi yıllardan beri tanırdık. Birinci sınıfta yan yana oturmuştuk ve o günden sonra da yerimizi yıllarca hiç değiştirmemiştik. Akademik olarak çok başarılıydı, spor sahamızın en iyi yeteneklerindendi. Şimdi de ölüme giden sırada duruyordu. Düşünmek için yalnızca bir saniyem vardı.

Ona doğru yürüdüm, yakasından çektim ve " Seni pis Yahudi, şuraya git!" dedim Wallenberg'in önündeki sırayı göstererek. " Sana git dedim, sağır mısın? " Sırtını tekmeledim. Anladı ve o sıraya girdi.

Wallenberg, Nazilerin sabrının tükenmek üzere olduğunu anlayınca, yüzlerce kişiyi sıradan çıkarttı. " Şimdi Budapeşte'ye geri dönün! Hepiniz!" diye bağırdı.

Yeni 'İsveçliler', istasyondan, özgürlüklerine doğru çıktılar. Wallenberg, gözetmenlere döndü. Sesinin tonuna dikkat ederek, sağlık koşulları, trenlerdeki kalabalık ve uzaklaşan adamların üstünden dikkatleri çekecek diğer her şey hakkında dikkatlice konuşmaya başladı.

Gitmeye başladıklarında, Raoul ve ben arabaya, Vilmos'un yanına gittik. İçinde bulunduğumuz tehlike, o ana kadar beni sarsmamıştı. İsveçli olan bu adam, savaşın sonuna kadar, güven içinde bekleyebilecekken, trenlerin arasına giriyor ve başkalarından da aynı şeyi yapmasını istiyordu!

Şehre geri döndüğümüzde, George'u buldum, onu Wallenberg'in koruma altında olan evlerinden birine aldım ve schutpass için bir fotoğrafını çektim. " Şimdi, sana belgelerini hazırlayana kadar burada bekle!" dedim.

Ertesi gün, haber gelmişti: Jozsefvarosi istasyonundan bir tane daha tahliye gerçekleştirilecekti. Yine, gelmem istendi. Her şey yeni baştan tekrar ediliyordu. Makinalı tüfekleriyle jandarmalar, binlerce insanı trenlere sıkıştırıyordu. Wallenberg de, masasının başında, siyah "yaşam defteriyle" oturuyordu.

Bu sefer, fotoğraf makinem, fularımın katları arasında gizlenmişti bile. Wallenberg, birçok insanın cevap vereceği, genel, sık duyulan isimleri söyledikçe, ben fotoğraf çekmeye devam ettim.

O gün, kuzenim Joseph da, Macaristan'ın en büyük oyuncularından biri de ölüme gönderilmek üzere sıraya girmiş olanların arasındaydı. Onları sıradan çıkartıp, Wallenberg'in tarafında geçirdim.

İşte o zaman şansımı gördüm. Trenin etrafında yürümeye başladım, silahlı askerlerle aramda sadece birkaç santim vardı. İstasyonun ters yönündeki diğer tarafta, tamamen dolmuş vagonlardan birine tırmandım. Trene henüz o taraftan kilit vurulmamıştı. Bütün gücümle, kapıyı kapalı tutan sürgüyü itmeye çalıştım. Sürgü ilerledi ve trenin kapısı yan tarafa kayıp açıldı.

Bir saniye önce karanlıkta hapsolmuş adamlar, şimdi Kasım göğüne doğru gözlerini kamaştırıyorlardı. "Çabucak hareket edin!" dedim. İnsanlar trenin arkasından atlamaya, Wallenberg'in hala geçiş izni verdiği sıraya doğru koşmaya başladılar.

İstasyonda, Wallenberg, artık zamanının dolduğunu gördü. " Macaristan hükümeti tarafından serbest bırakılanlar! Hemen şehre geri dönün! Mar? marş!" O anda, Macar polis görevlisi, benim ne yaptığımı gördü. Silahını bana doğrultu: " Sen! Olduğun yerde kal!"

Raoul ve şoför arabanın içine girip, benim yanıma geldiler. Raoul kapıyı açıp bana seslendi: " Tom! İçeri atla!"

Düşünecek bir anım bile yoktu. Hayatımın en uzun sıçrayışını gerçekleştirdim.

Raoul beni içeri çekti, Vilmos da hemen gaza bastı. Raoul gülümseyip, geriye tren istasyonuna doğru baktı: "Sanırım bir süreliğine buraya gelmeyeceğiz " dedi.

Birkaç gün sonra, Wallenberg'in Ulloi Sokağındaki ofisinde, George'un annesi beni görmeye geldi. Ağlıyordu. George, iki sokak ötedeki nişanlısını görebilmek için dışarı çıkmıştı. İki Macar Nazi görevlisi, o iki sokak içinde onu tutuklamışlardı. Bir daha en iyi arkadaşımı hiç görmedim.

Ocak ayında, Sovyet ordusu şehre yaklaşıyordu, ama Naziler ve Gamalı Haç görevlileri hala Budapeşte'ye hakimdi. Wallenberg, koruma altındaki evlerde tutulan 30,000 insanın, Merkezi Getoya kapatılan 70,000 kişinin arasına alınmamaları için mücadele etmeye devam ediyordu. Getoyu yok etmeyi amaçlayan pogromu durdurmak için elinden gelen her şeyi yapıyordu.

Şimdiye kadar gece gündüz bombalamalar devam ediyordu, bu nedenle yüzlercemiz Ulloi sokağındaki ofislerde kalıyorduk. 8 Ocak Pazartesi gecesi, elçilik binasının kapısına vuruldu. Birdenbire, içeri ellerinde fenerlerle Gamalı Haçlı askerleri doluştu.

Gamalı Haç askerleri Edith Wohl'un yukarıda, telefon santralinin başında olduğunu ve acil olarak uyarıda bulunduğunu bilmiyordu: " Herkes sıraya girsin!" diye bağırdı askerlerden biri, " Hemen! yoksa hepinizi vuracağız!"

En sonunda başımıza gelmişti. Sıraya girmiştik, ölüme doğru yol almaya başlayacaktık.

"Peki, herkes dikkat! Nehre doğru yürüme zamanı geldi! " dedi askerlerden biri. Yanındaki birkaç arkadaşına dönüp " Onları götürme sırası sizde" dedi.

"Daha deminki grubu biz götürdük " dedi içlerinden biri şikayet ederek, " Baksana botlarımız hala karlı."

O sırada, kapı hızla açıldı. Gelen Wallenberg 'di. " Ne yapıyorsunuz? Bunlar İsveçliler! Çok ciddi bir yanlış yapıyorsunuz! Bırakın onları!"

Gamalı Haç grubu şaşırmış bir halde arkalarına döndü. Bir otobüs dolusu Budapeşte polisi, arkada silahlarını kendilerine yöneltmişti.

Raoul Wallenberg, Nazi başına dönerek, " Beni duydun, bırakın onları! Hemen şimdi!" dedi.

Komutan, kendilerine doğrultulan makinalı tüfeklere baktı. İsveçlilere baktı. Ve bizi serbest bıraktı.

Kötü haber ulaştığında, savaşın bitmesine çok az kalmıştı.. Benim ailemin apartmanındaki herkesi Yahudiler ve Hıristiyanlar, gamalı Haç grubu tarafından götürülmüşlerdi, çünkü apartmanın bodrumunda tanınmış Zserbo Konfeksiyonunun çok fazla yiyecek stoku sakladığı ortaya çıkmıştı. Ailem de götürülmüştü. Dosdoğru Danube'ye getirilmişler ve orada vurulmuşlar, vücutları nehre atılmıştı. Raoul'ın onları kurtarması için artık çok geçti.

Ama Raoul'un trenlerden kurtardığı veya daha götürülmemiş binlerce kişi için henüz çok geç değildi. Wallenberg ve yardımcılarının sonuncu programdan kurtardığı, getodaki kişiler için de geç değildi.

Raoul'u son kez gördüğümde, o ve şoförü Vilmos Langfelder, Debrecen'e gidip, yeni kurulmuş bölgesel hükümetle, yeniden yapılanma programlarını başlatmak için yapacağı görüşmelere hazırlanıyorlardı. Gelmeyi isteyip istemediğini sordu, ama ben ailemin nerede olduğunu bulmak istiyordum. İki adam, 17 Ocak'ta Sovyet birliğinin eşliğinde ayrıldılar. Debrecen'e gitmeden önce, ikisi de, KGB'nin temelini oluşturan NKVD tarafından tutuklandılar. O zamandan beri, iki adam Sovyetler hapishanesinden çıkmadılar.

Sık sık, ailemin trajik ölümlerinin beni, Wallenbergler'le beraber ortadan kaybolmamı nasıl engellediğini düşünürüm. Bazen de, hayatımın, bu hikayeyi anlatabilmem için kurtulduğunu aklıma getiririm.

Wallenberg'e ne olduğu, bu güne kadar bir sır olarak kaldı. Ama onun binlerce kadın, erkek ve çocuk için yaptıkları her zaman açık ve net bir şekilde parlayacak. Wallenberg'in kurtardığı kişiler, onun için insandılar. Wallenberg, kendini herkesten sorumlu görüyordu. O insanüstü biri değildi ama yaptıkları kahramancaydı. O, diğer sıradan insanları da kendisi gibi davranmaya cesaretlendiren, sıradan bir kişiydi.

Ben de bu yüzden bu hikayeyi anlatıyorum...

Tom Veres

**

Raoul Warrenberg, Tom Veres'ten,  iki İsveçlinin, binlerce Macaristan Yahudisi'nin Adolf Eichmann'ın Einsatzkommandolar'ından 1944 yılında nasıl kurtardığını belgelemesini istemişti. Tom da çoğu zaman kendi hayatını riske atarak bunu yapmıştı. Fotoğraflarından ikisi, Wallenberg'i onurlandırmak için 1997 yılında basılan pulların temelini oluşturmuştur.

Hikayesi hakkında daha çok şey, Raoul Wallenberg: Ölümü Durduran Adam adlı biyografide anlatılmaktadır.